Olmadan dalinda curuyenler burda toplaniyor

27 Haziran 2009

Yargılanmam İntihar ederim



Ressam Kenan Evren Anayasa'nın 15. maddesinin ( Yaşama hakkıMadde 15- (1) Herkes yaşama hakkına sahiptir.(2) Meşru müdafaa, yakalama veya tutuklama kararlarının yerine getirilmesi, tutuklu veya hükümlünün kaçmasının önlenmesi, ayaklanma veya isyanın bastırılması hallerinde silâh kullanmanın kanunen zorunluluk haline gelmesi sonucunda meydana gelen öldürme fiilleri, birinci fıkra hükmü dışındadır. ) kaldırılması durumunda yargılanmasına fırsat vermeden intihar edeceğini söylemiş. Sanat dünyası ise, Referandumla 15. maddenin kaldırılması durumunda büyük ressamın açacağı boşluğu doldurmanın derdine şimdiden düşmüş. Marmaris Belediyesi de paşa arayışlarına girişmiş; Ergenekon soruşturmasında sağlık sebebiyle tahliye edilen Tolon Paşa'nın peşine düşmüş. Bodrum'un, Paşası ( Zeki Müren) 'nın yerini dolduramadığı düşünülürse Marmaris için de bu transferin, beklentileri karşılasmasının zor olduğu söylenebilir. Konuyla ilgili en güzel yorum Tunceli bağımsız milletvekili Kamer Genç'ten geldi. Genç, "Milleti umutlandırmasın, hemen intihar etsin" derken, Mhp grup başkanı Mehmet Şandır, Evren'in açıklamaları için "yaşlılığına veriyoruz" dedi.


Konuyla ilgili yorum yapmadan son olarak Küçük İskender'in 10.03.2007 tarihli Radikal Gazetesi'nde yayımlanan mektubunu veriyorum:

Sayın Kenan Bey,

Bu mektubu size serin bir mart sabahı, Atatürk'e dil uzatan bir YouToube videosunu seyredip sinirle kahvemi yudumlarken yazmaya karar verdim; satırlarımı pek de düşünerek sıralamayacağım; zaten düşünmek gibi ahlaksız bir eylemin girdabına kapılmış bir neslin yok edilememiş ender zatlarından biriyim; en azından özürlü bırakacağınızı umduğunuz bir devrin çocuğuyum; pek öyle lale devri de değil o; bal gibi kötek devri.Zat-ı âliniz, darbeyi yaptığında henüz 17 yaşındaydım; cebir hesabım kuvvetlidir; şu an cebren ve hileyle 44 civarında seyrediyorum; mamafih sizin kadar dirayetli ve müstakil bir soğukkanlılık sergileyemediğimin de farkındayım.Bizim aile de sayenizde çöktü; komünist babam arkadaşlarının gördüğü işkencelere, yaşadığı coğrafyanın güzel insanlarının genç / orta yaşlı demeden itinayla seçilerek imhasına tanık ola ola önce kendini, sonra yuvasını mahvetti; akademik eğitim görmüş bir ressam olmasına rağmen Tünel'de yarısı yanmış, pislik içinde bir binanın karanlık odalarında canını teslim etti. Ben sayenizde Kabataş Erkek Lisesi'ndeki eğitimimi okulun koridorlarında dolaşan askerlerin eşliğinde, arada sırada canı sıkılanların bizleri copla sıra dayağına çektiği bir ilim yuvasında tamamladım; siz işkencelerdekilerle vakit geçirirken bendeniz girdiğim tıp fakültesindeki kadavraların başından mide bulanarak kaçtım; kendimi hep bir işkenceci gibi gördüm orada. Sanki öldürdüğümüz yetmiyormuş gibi içini açarak hâlâ konuşturmaya çalıştığımız bir yurtseveri kesmek, daha da kesmek, mümkünse hücrelerine kadar inerek kesmek eğilimini bünyeme yediremedim. Son kadavram bir çiftçiydi. Onun, tahtaya çivilerle çakılmış o büyük ellerini, hayatı kavramaya, toprağı kucaklamaya hazır ellerini unutamadım; bir ölünün kutsal ellerini öpmek ne demektir, bilir misiniz?! Ne faşizme yenilen babamın ellerini ne sizin ellerinizi öperim; o büyük köylünün elleri sizlerinkinden daha sıcak, daha şefkatli, daha öpülesiydi. Ben o adamın elleri sayesinde hayattayım bugün.

Asmayıp da beslediğiniz biri...

Dedim ya, babam ressamdı, siz de resmi seversiniz; babam hayatı boyunca bir nü yapmadı, yapamadı Kenan Bey; masum bir içgüdüyle sanki çıplaklığı fakirliğe bağladı; fakir olan çıplaktı ve bunu resmetmek adeta alaydı onun gözünde; size nü konusunda ne ilham verdi kestiremiyorum ama, cinsel organlarına tazyikli su fışkırtılan kızların ya da hayalarına elektrik verilen devrimci delikanlıların çağrışım yapma olasılığı yüksek; kim bilir bizzat tetkik ettiğiniz bir seansta "bir gün bu vahşeti tuvallere estetik kaygı güderek nakşetmeliyim" diye düşünenler arasına da karışmış olabilirsiniz. Malum, her yer, her şey karışıktı o vakitler; akıllar da dahil buna. İnsanın tamama gücü yetmiyor işte; asmayıp da beslediğiniz kişilerden biri olarak bunu ifade etmeyi ortamın müsaitliğine bağlıyorum.Vaktiniz varsa ve gözlerinizin sağlığı yerindeyse Dostoyevski'nin 'Suç ve Ceza'sını okumanızı önereceğim naçizane. O pek nutuk havasında değildir ancak, gizliden gizliye barındırdığı tiratlarla iç hesaplaşmanın hastalıklı yapısını teşhir eder; ah elbette fazla toplumsal sayılmaz belki, kim bilir fazlasıyla bireycidir de, ancak topluma bir noktadan başlamak da lazım. Birey, bunun için iyi seçilmiş bir giriş kapısı. Başka hayatlara saygı duymanın solculukla doğrudan ilgisi olmadığına kanaat getirebilirsiniz; başka hayatlara saygı duymak, bu aralar önemini fark ettiğinizi sandığım özgürlük denen, sizce kızıl bir hevesin tezahürüdür aslında. Yani sizin de anlayacağınız şekilde söylersem bir tarafta kızıl kuvvetleri temsilen Özgürlük vardır, bir tarafta karanlık kuvvetleri temsilen Derin Devlet Politikası. Bir nevi Warcraft; varsa torun torba, bu bilgisayar oyununun brifingini verebilirler size. Güzel oyundur: İnsan ırkıyla yaratıkların mücadelesi. Ama baştan seçmeniz lazım hangi tarafta olduğunuzu. İnanır mısın, bir kaptırıyorsunuz kendinizi; ne şiir kalıyor, ne özlem, ne mücadele, ne memleketi kurtarma arzusu, pata da küte de, kılıç al, kalkan al, geçiyor ömür. İkinci el savaş oyunları, her zaman ucuzdur, herkese tavsiye ederim.Neyse, konu dağıldı, ee, kolay değil, şizofreniyi bir siper, bir sığınak kabul etmiş, hayatta kalmayı başarabilmiş bir neslin çocuğu olmak, bu acılarla barışık yaşabilmek; bazen benim de dengem kaybolabiliyor. Mazur görmeli.

Ortalara bir yerlere Dallas

Benim babamın bavulu olmadı hiç; çünkü her an yolculuğa çıkabilecek kadar tedirgin değildi; tam tersi, yerleşik bir adamdı o. Davasına, düşüncelerine, sevinçlerine, üzüntülerine körü körüne bağlıydı; evcildi kısaca. Eline tutuşturulmuş bir pusulayla yaşamadı. İnsanların işaret ettiği yerlere gitmedi. Doğduğu ülkede doğduğu kadar temiz öldü. Herkes onun kadar şanslı değil.Duydum ki, babamın doğduğu ve temiz öldüğü bu ülkeyi şimdi de eyaletlere ayırma, ortalara bir yerlere Dallas yerleştirmeye niyetli taslaklar hazırlanıyormuş; bir oyun daha vardır; Gizli Hedef. Oyunculara başta görevler dağıtılır ve herkes bir dünya haritası üzerinde ordularıyla bu gizli görevlerini sonuçlandırmaya çalışır. O da zevklidir.Madem oyun oynayacaktık Kenan Bey, madem her şey bu kadar pamuk helvası kıvamındaydı, madem oyunlar masumdu, o çiftçinin ellerine neden çiviler çakıldı, o zamanki yaşıtlarımın boyunlarına ilmik neden geçirildi; neden babalar ölüme, gençler işkenceye gönderildi, neden bir dönemin taze beyinleri coplar eşliğinde eğitildi; zarlar mı hileliydi, krupiyer mi ahlaksızdı, nü'ye malzeme model mi yoktu?!Sizi bu yaşta daha fazla yormamak lazım; kusura bakmayın, başta da dedim, şu videoya sinirliyim aslında. Mektubuma son verirken, şu öpme / koklama bahsine gelmişken, eylemsiz kalmayı tercih ediyorum. Kısmi "fikir arkadaşı"nız sayılabilecek Yıldırım Gürses'in dediği gibi 'biliyorum, bu son mektup ayıracak bizi' lakin, çıkarayak, bu coğrafyada düşünce özgürlüğünün sizin de canınızı yakmasına ben ve kahvehanedeki arkadaşlarım pek güldük. Artık sayenizde okumuyor, düşünmüyor, statik bünyelerimizi okeyle, kingle, batakla tıka basa dolduruyor, boş vakitlerimizde nü resimlerin önünde 17 yaşlarımızın geç kalmış tatminlerini kolluyoruz.Shakira nasıl, biz hastasıyız.
Hürmetler.
2 comments

26 Haziran 2009

Depuis 1481

2 comments

Popun kralının ardından...


Dün gece haberini aldık hepimiz Michael Jackson aramızda yok artık. Kendi kendini bitirmeye başlamıştı son zamanlarda, çocuk tacizi filan derken adı sadece skandallarla anılmaya başlamıştı. Kendini düzeltip kendine gelmek için çıktığı turnede kalp krizi geçirip ölmüş... Ne denebilirki aşağıdaki video herşeyi çok güzel anlatıyor aslında. Filipinlerdeki bir hapishanede mahkumların evet mahkumların çektiği video:

2 comments

Diario de una ninfomana

Isteyen tiklasin, istemeyen tiklamasin. Iki turlu de mesuliyet kabul etmem, gorevimi yapmanin huzuruyla misil misil uyurum.
1 comments

24 Haziran 2009

Tabakhaneye bok mu yetiştiriyoruz?



Professor Guttorm Fløistad summarizes the

philosophy of slow movement, stating:

The only thing for certain is that everything changes. The rate of change increases. If you want to hang on you better speed up. That is the message of today. It could however be useful to remind everyone that our basic needs never change. The need to be seen and appreciated! It is the need to belong. The need for nearness and care, and for a little love! This is given only through slowness in human relations. In order to master changes, we have to recover slowness, reflection and togetherness. There we will find real renewal.


http://en.wikipedia.org/wiki/Slow_movement


1 comments

23 Haziran 2009

Hayao Miyazaki's Ponyo

3 comments

NYC

New York'a kusbakisi bakmak isteyenler, bekleme yapmadan burdan devam etsin
0 comments

Tim Burton's Alice in Wonderland 2010





2 comments

?

1 comments

Maria Maria



Wimbledon'a sokuyim, sana bise olmasin



2 comments

Avrupa'dan teklifler var

Bu sezon Avrupa'da kume dusen lejyonerlerimizden ismine kurban oldugum Ersen Martin iki gun once Ntvspor'a verdigi roportajda Ispanya'ya cok alistigini ve orda cok mutlu oldugunu soyluyordu. Transfer dedikodulari icin ise menajeriyle beraber Huelva'dan daha ustun bir takim arayisi icinde olduklarini belirtmis. Almanya'dan da cok ciddi teklifler aldigini ama ilk tercihini kendisine talebin fazla oldugu Ispanya'dan kullanacagini, buyuk bir ihtimallede Valladolid ya da Malaga'ya gidecegini eklemisti.
Bu aciklamalardan 2 gun sonra Ersen Gaziantepspor'a imza atti.
3 comments

22 Haziran 2009

Mélanie



Mélanie Laurent. '83 doğumlu Fransız aktris.. İnsan demeye dilim varmıyor ama değil.. Aceto'nun blogunda filmi hakkındaki postu okuduktan sonra tanıştım kendisiyle. Nasıl daha önce böyle bir güzelliği biraz geç keşfettim ona yanıyorum şimdi..

Filmdeki şarkıda (Aaron - U-turn (Lili) ) inanılmaz güzel... Ama Mélanie Laurent daha güzel.. Çok güzel..


5 comments

Tobol Kostanay-Galatasaray


Galatasaray'ın ön elemedeki rakibi Kazakistan'ın Tobol Kostanay takımı.
Çin'in oralarda bi yerde, uzakta. Yeni bir Tromsö faciası, bence yakında...
4 comments

Gökhan Zan Galatasaray'da


Gökhan Zan Galatasaray’da

Kulübümüz milli futbolcu Gökhan Zan ile iki yıllığına anlaşmaya varmıştır. Bu transfer hakkında detaylı bilgiler resmi sitemiz Galatasaray.org'da yayınlanacaktır.


Gökhan Zan Kimdir…

7 Eylül 1981 Hatay doğumlu olan Gökhan Zan, futbola da Hatayspor’da başladı. Gökhan Zan buradaki performansı sonrasında 2000 yılında Çanakkale Dardanelspor’a transfer oldu. Üç sezon Çanakkale Dardanel forması giyen Gökhan Zan, 2003-2004 sezonunda Beşiktaş'a transfer oldu.

İlk sezonunda Beşiktaş’ta sadece dört maçta forma giyen Zan, 2004-2005 sezonunda Beşiktaş tarafında Gaziantepspor'a kiralandı. 2005-2006 sezonu başında ise Beşiktaş'a dönerek tekrar kendine kadroda yer buldu. Son dört sezondur istikrarlı bir şekilde Beşiktaş’ta forma giyen Gökhan Zan, 2007-08 sezonunda 20 lig maçında sahaya çıkarken, geçtiğimiz sezonsa 19 lig maçında görev yaptı.

1,92 metre boyu ile Süper Lig'deki en uzun futbolculardan biri. olan Gökhan Zan, iri ve güçlü fiziği ile öne çıkmaktadır.

İlk kez 2000 yılında Ukrayna ile oynanan özel maçta A Milli Takım kadrosuna davet edilen Gökhan Zan, 45 kez de A Milli Takım forması giydi.

Yukarıdaki haber www.galatasaray.org'dan alıntı. Gene beklenmeyen bir transfer yaptı Galatasaray.. Servet'in yerini sezonun yarısını sakat olarak geçirmesi Cam adam Gökhan Zan'la doldurmaya çalışıyorsak ayvayı yemişiz demektir. Senderos,Neill derken Gökhan Zan'ı almanın tek açıklaması olabilir o da bonservisi olmaması.. İşe yarayacak mı göreceğiz... Bu arada Servet'in satılamama ihtimali var ki o zaman işte tadından yenmez...
3 comments

Japonya diyooorrr!


Detaya inmek isteyenler icin
0 comments

Ada Sevenler Cemiyeti


"Ne kadar yakın olursa olsun, ada uzaktır
serin bir kaçış, bir kapanıştır.
Tanrıların hikayeleri adalarda canlanır,
Şairlerin kelamı, bir zeytin ağaçlarına asılır.
Ada, sudan öğrülmüş rüzgarıyla, ferah,
sarışın kumları ve sarp kayalarıyla çetin ve yalındır.
Her yediğimiz yemek, her içtiğimiz içecek yerine göre tatlandığına göre,
ada, balıkları ve üzümleri ile iştah açar, lütuf ettirir.
Yemek ardından dua etmek ne güzel şeydir- adada daha çok dua edersiniz,
suların ortasında olup, böyle nimetlerden nasiplendiğiniz için belki.
Adalılar, dünyanın hangi suyuna mensup olurlarsa olsunlar, aynı ırktandır.
Bir kere, kasabalara özgü “perdeli” halleri vardır- sıcaktırlar,
meraklıdırlar, ama sizi içlerine pek almazlar.
Ama kalelerini aşınca, kendinizi aralarında hiç olmadığınız kadar “ait”
hissedersiniz.
Tatlı serttirler. Hikayecidirler.
Yosunlardan ve yıldızlardan olsa gerek.


Mavi-beyaz bir adada, insan Zamanı unutuyor.

Apollon’un torunlarının kurduğu bir adada, ne çok şeyin değişmediğini
görüyorsunuz.
Bir oğlan, saçları tuz ve güneşle kıvrılmış bir kıza aşık, kur yapıyor.
Eski bir kaptan, her gün bir adadan öbürüne geçip maceralarını anlatıyor.
Ve arada kalanlar, ne oralı, ne buralı olanlar, annelerinin, babalarının
bahçelerini düşleyip, hanımeli kokularını kıyaslıyor.
“Hiç bir nar, bizim narlar gibi değil,
hiç bir kara yılan, bizimkiler kadar pürüzsüz ve zehirsiz değil” diyorlar.
Adada, hayat daha yavaş, anılar daha parlak.
Adada, her şey daha dramatik, daha keskin, narin.


Nabokov, kendi hayali adasında, eski adalarını anımsar,

hatırlamak işi en iyi adada yapılır ne de olsa.
“Bütün mutlu aileler aşağı yukarı farklıdır, bütün mutsuz aileler ise
birbirine benzer” demiştir.
Adada, mutlular ve mutsuzlar, dans ve kavgalarıyla önümüzden geçer,
kendi farklılıklarımızı ve benzerliklerimizi izhar ederek,
neden kaçıp neden kaçmadığımızı düşündürerek,
biraz güneş, biraz ay, daha ne isteyelim dedirterek."

3 comments

Blog Archive